EYNESİL YÖRESİNDE YAYLACILIK GELENEĞİ (4)
Yaylalardan dönüş vakti genellikle Eylül ayıdır. Geçmiş dönemlere dek bazı aileler, yaylanın imkânlarından olabildiğince yararlanabilmek için Ekim ayı sonuna dek yaylada kalabilmekteydi. Ancak halk arasında yayladan dönmenin bir zamanı vardı. Bu zamanın doğadaki ilk işaretçisi morlu-beyazlı bir çiçekti: “Vargit çiçeği”. Bu çiçeğin halk arasında yaygın kullanılan adlarından biri de “güz çiğdemi”dir. Fakat bilinenin aksine, vargit çiçeği ile çiğdem aynı familyadan değildir.
Vargit çiçeğinin anavatanı Doğu Karadeniz Bölgesi ve Kafkaslar’dır. İlkbaharda genişçe yapraklar çıkaran bu çiçeğin yaprakları ve kökleri yazın kurumaktadır. Sonbaharda yapraksız ve köksüz olarak son derece gösterişli çiçekler açmaktadır. Ardından, soğukların artmasıyla birlikte çiçeğin soğanları köklenmektedir. Bir soğanından, bir ile üç arasında çiçek açmaktadır. Biyoloji literatüründeki adı “colchicum speciosum” olan vargit çiçeğinin açmasıyla yayladan dönüşler başlamaktadır. Yaz başından beri yaylada kaldıklarından, köyü özlemiş olan çocuklar, yaz sonunda çayırlarda koşuşarak bu çiçeği ararlardı. Bir tane vargit çiçeği bulan çocuk, heyecanla öteki arkadaşlarına bağırarak köye dönüşün yaklaştığını müjdelerdi. Türklerin yaşantısında doğa; hem doğmanın, hem yaşamanın, hem doymanın, hem de ölmenin işaretlerini taşıyor, zamanı geldiğinde bu işaretler, değişiklikleri ifade eden bir uyarıcı olarak görülüyordu. Örneğin, Eynesil’de dedenin erkek torunu için kullanılan bir ifade vardır: “Dedesinin vargit çiçeği”. “Ocak tüttürecek” olan erkek torun, dedenin yaşlandığını, ölüme yaklaştığını kendisine hatırlatan, ancak buna rağmen dede tarafından gelecekte maddi ve manevi mirasının bekçisi olarak görüldüğünden çok kıymet gören “vargit çiçeği” idi. Halk arasında dedesinin “vargit çiçeği” olarak değerlendirilen erkek torun, dedenin yaşlandığının ve ölüm zamanının yaklaştığının bir göstergesi olarak nitelendirilmektedir.
Yayla yollarında farklı kişilere ait sürülerin birbirine karışmaması için, hayvanlara “aş/aşı” denilen boyalar sürülürdü. Bu gelenek Türklerde binlerce yıl öncesinde var olmuş, Oğuzlarda “damga” adıyla sürdürülmüş, bugüne dek uygulana gelmiştir. Diğer Oğuz boylarındaki gibi; yörede yaygın bir Türk boyu olan Çepnilerin de hayvanlarına vurdukları damgaların şekli ve özellikleri halen araştırmalara konu olmaktadır.
Geçmiş dönemlerde Eynesil halkının yaylacılık faaliyetlerine dair Ömer Bodur, şunları anlatmıştır: “1950’li yıllarda yaylacılık yapıyorduk. Yaylaya eskiden buradan ticaret için gidilirdi. Nasıl giderdik? Herkesin birer ikişer hayvanı olurdu. Arabayla yaylaya gitmeler sonra oldu. Bugün arabaya sığır, koyun yüklenip götürülüyor yaylaya. Birkaç saatte yaylaya çıkılıyor böylece. Eskiden ise yaylaya üç günde çıkardık buradan. Sığırların sırtında çul, yorgan olurdu. Sığırlar bu yükleri taşıyacak şekilde beslenirdi, güçlü olurdu. Eşeği katırı olan vardı, olmayan vardı. Bakması da zordu eşeği, katırı. Rahmetli babam derdi ki: “Hayvan direk dibinde (ahırda) bakılır”. Eskiden Tirebolu’dan yukarı, Arslancık istikametinden yaylaya gidilirdi. Sonradan Eymür-Dandi yolu yapıldı. Babam: ‘Arslancık yokuşundan çıkarken, atın sırtı hep arpa olsa, yetmez’ derdi. Mesela bir hayvan sapını, samanını, otunu gerektiği kadar yiyip, senelik yüz kilo kadar arpa yemeden kapıya çıkmaması lazımdı. Eğer ata Eynesil’de yüz kilo arpa yedirilemezse, deminki anlattığım gibi; Arslancık yokuşunun dibine vardı mı at, yük götüremez olurdu. Yaylaya giderken, yolda yatardık. Kalacağımız yerde çadır kurar, konaklardık. İneklerin yiyeceğini akşamdan hazırlar, onları sağardık. Ateş yakarak sütleri pişirir, içerdik. Hem yolcular, hem de hayvanları dinlenmiş olurdu (atların yükünü indirerek onları bir süre dinlendirme işlemine yörede “düşün etmek” denir). Sabah olunca yola tekrar koyulurduk. Mesela, Eynesil’den sabah çıkar, Tirebolu-Halaçlı köyüne varırdık, konaklama zamanına kadar. Oradan da çıktık mı Ağaçbaşı-Olucak denilen yerlere kadar varırdık. Oralarda konakladıktan sonra, Aksu yaylasına çıkardık. Bizim yaylamız Aksu, Apsağa, buralardır. Yayla yolculuğunu bazen atla yapardık. Mesela ben ve üç arkadaşım ekinimizi almak için bir defa yayladan yola çıktık. Köye geldik. Herkesin Eynesil’de buğdayı, mısırı vardı. Bunları atlara yükledik. Fırından bir ekmek çıkmıştı, o biçim. Beyaz ekmek; buğday ekmeği. O zamanlar yaylada beyaz ekmek yoktu. Mesela Kazıkbeli’nde hep çavdar ekmeği satılırdı. Tirebolu-Arslancık’tan bir günde yaylaya çıktık atlarla. Yaylaya çıkınca dişim ağrıdı. ‘Kara kerpeten’ dediğimiz türden bir dişçi vardı o zaman. Dişçi Halil Palak’tı. O esnada ikindi namazını kılmak için mektebe gidiyordu. ‘Halil Amca, dişimi al!’ dedim. Baktı, biraz uğraştı ve dişimi aldı. O sıralarda çayırlar biçiliyordu yaylada…” (Kaynak kişiler: Harun Çetin, Ömer Bodur ve Şükrü Çoban; Eynesil 2016-2017).
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış.